Teknoyerli / Teknogöçmen

10th January 2014

Bu kısa yazıyı sosyal medya ağları üzerinden paylaştığım bir Steven Johnson çevirime gelen yorumlar üzerine kurguluyorum. Paralel tepkisel yorumlar sadece bu paylaşıma değil, doktora derslerimde oluşan benzer bazı tartışmalarda da ortaya çıkıyordu.

“Kitap okumak kronik olarak duyuları uyarmakta başarısız olan bir aktivitedir. Çocuklarımızı hareketli imgeler ve müzikal seslerin doldurduğu canlı, üç-boyutlu dünyalarla angaje eden ve kompleks kas hareketleri ile kontrol edilen video oyun oynama geleneğimizin aksine – kitaplar basitçe sayfalara basılmış çorak kelime dizilerinden oluşmaktadır. Yazılı dili okuma aktivitesi sırasında beynin sadece çok küçük bir kısmı çalışırken, oyun oynarken tüm duyusal ve motor kortekslerimiz çalışır.

Kitaplar ayrıca trajik olarak izole edicidir. Oyunlar senelerdir gençlerimizi yaşıtları ile kompleks sosyal ilişkiler içinde dünyalar keşfetmeye ve kurmaya itmişken, kitaplar çocukları sessiz mekanlara tecrit eder, diğer çocujlarla olan etkileşimini kısıtlar. Son senelerde ortaya çıkan ve okuma aktivitesini yaygınlaştırmaya çalışan bu ‘kütüphane’ denilen mekanlar korkunç görüntüler içerir; normalde hayat dolu ve sosyal olan düzinelerce genç çocuk kendi odacıklarında oturarak sessizce kitap okumakta ve çevresindeki yaşıtlarının farkına varamamaktadır.

Pek çok çocuğun kitap okumaktan zevk alıyor olabileceğini tabii ki kabul ederiz ancak bu aktivitenin yaydığı şüphe, gerçeklerden kaçmayı sağlayan bu hayalci etkinliğin faziletlerinden kat kat fazladır. Bu okuma aktivitesi nüfusumuzun azımsanamaz bir kitlesi karşısında ayrımcı bir etkinliktir. Son senelerde artan bu okuma çılgınlığı disleksiden muzdarip 10 milyon Amerikalıyı dışlamıştır – ki bu durumun varlığını basılı metinler halkımızı lekelemeden önce bilmiyorduk bile.

Ancak bu kitapların belki de en büyük tehlikesi daha önceden belirlenmiş lineer bir anlatı izliyor oluşudur. Bu kitapların anlatılarını hiç bir şekilde kontrol edemezsiniz – sadece arkanıza yaslanıp hikayenin size dikte edilmesini beklersiniz. Bizim gibi interaktif anlatılarla yetişmiş bir nesil için, bu özellik kabul edilemez. Neden sağlıklı bir insan bir başkasının koreografisini kurduğu bir maceraya çıkmak istesin ki? Fakat bakın günümüzdeki nesil günde milyonlarca kez bu maceralara çıkmayı tercih ediyor. Bu çocuklarımıza pasiflik aşılıyor ve sanki çevrelerindeki olayları değiştiremeyecekleri hissini veriyor. Okumak, oyun oynamak gibi katılımcı ve aktif bir süreç değil, itaatkâr bir süreçtir. Kitap okuyan genç nesiller öncülük etmek yerine ‘konuyu takip etmeyi’ öğreniyor.”

Yukarıdaki alıntıyı Steven Johnson’ın 2006’da yayınlanan bir kitabından çevirdim [1, s.19]. Everything Bad is Good for You isimli kitap insanlığın yeni kültürel kategoriler ve teknolojilere karşı olan tutucu tavrını provokatif bir dille anlatıyor. Bu alıntıda Johnson video oyunlarının kitaplardan önce icat edildiği bir dünya hayal edip bu dünyadaki bir teknogöçmenin ağzından kitapları – yani yeni “teknolojiyi”/”kültürü” – eleştiriyor. Bu provokatif metnin okuyucuları iki farklı duyguya aynı anda kapılabilir. Bunlardan ilki verilen eleştirilerin ikna edici sunumudur, eğer gerçekten böyle bir tarih kayması yaşamış olsaydık kitapları da gerçekten bu şekilde eleştiren kişiler çıkabilirdi. İkinci olarak bu açıdan baktığımızda acaba okuyucu olarak biz ne tarz yeni teknoloji/kültüre farkında olmadan bağnazca yaklaşıyoruz diye merak edebiliriz. Örneğin amatör oyunculuk (casual gamer) hakkında kısa bir arama ile bazı profesyonel oyuncuların (hardcore gamer) bu konudaki şikayetlerine ve negatif görüşlerine ulaşabiliriz. Bunlardan bazılarının da tıpkı yukarıdaki gibi çok ikna edici (belki de gerçekten sonuçları olan ya da gözlenen) argümanlar öne sunduğunu görebiliriz [2-4]. Peki bu tarz yaklaşımlarda zaman insanları ne kadar haklı çıkarıyor, eğer bu bir modernite tuzağı ise insanlar buna neden düşebiliyor?

Bu konu üç başlık altında tartışılabilir; Frankfurt Okulu’nun kötümserliği, Grusin ve Bolten’ın dolayımlama teorisi [5] ve teknoyerli/teknogöçmen dikotomisi. Özellikle iletişim, medya ve kültür çalışmaları alanında iş üretenler Adorno ve Horkheimer’ın Aydınlanmanın Diyalektiği [6] ile tanışmış olmalılar. Adorno ve Horkheimer’ın kültür endüstrisi üzerine ürettiği pek çok kötümser eleştiri arasından sinema ve caz müziği de nasibini almıştır. Özellikle Adorno ömrü boyunca caz müziğine yönelik yedi eleştiri makalesi yazmıştır ancak Walter Benjamin’in klasik çalışması “Mekanik Reprodüksiyon Çağında Sanat Eserleri” [7] ile karşılaştırıldığında bu bakış açısı teknoloji karşıtı bir polemiğe dönüşür ve Frankfurt Okulu için bir “burjuvazi idealizmi” eleştirisine yol açar [8]. Hatta Popper, Frankfurt Okulu’nun Marx’ın ideallerine ulaşamadığını iddia edecektir [9]. Bu bağlamda ilk çıkarımımız yeni formlara karşı olan eleştirel bakışın (ve hatta direncin) toplumun her kesiminden gelebileceği ve entellektüel seviyeden soyutlanmış olmadığıdır.

Bunun yanında Grusin ve Bolter’a göre “günümüzde hiçbir medya […] diğer medyalardan ayrışmış bir şekilde kültürel işlevini yerine getiremez gibi görünür” [5, s.14], Grusin ve Bolter bu kavrama dolayımlama ismini verir. Yani yeni bir medya türü olarak video oyunları da kendinden önceki medyaların standartlarından yararlanmış, onları temsil etmiş ve kendi içinde tekrardan üretmiştir. Edebiyat, sinema ve televizyon standartları video oyunları içinde en fazla hayata geçen dolayımlama örnekleridir. Burada bir düşünce egzersizi yapılabilir; eğer sinema medyası video oyunlarından önce var olmasaydı, bugün video oyunlarının içinde ara filmler (cutscene) olacak mıydı? İşte tam da bu nedenden video oyunları; sinema, kitap ya da TV ile karşılaştırılamaz diyemeyiz. Çünkü medya tarihi bize her medyanın kendinden önceki medyalardan parçalar alarak inşa edildiğini gösterir. Tabii ki burada bir gerçeğin daha farkına varıyoruz; yazının başında verilen fantastik kurgu asla gerçek olamaz, çünkü video oyunları önce yaratılmış olsaydı, ondan sonra gelen kitaplar bizim şu an bildiğimiz kitaplara benzemiyor olacaktı.

Son adım olarak da teknoyerli / teknogöçmen kavramlarını inceleyelim. Teknoyerli bir teknolojinin kullanımının yaygınlaşması sırasında doğup yetişen kişiye diyoruz, teknogöçmen ise bir teknoloji ile hayatı sürecinde tanışan kişilerdir. Örneğin 1970 doğumlu biri İnternet teknogöçmeniyken, 1990 doğumlu bir kişi İnternet teknoyerlisidir*. Bu alandaki çalışmalar az olsa da şu öneriyi yapabiliriz; bir teknolojinin teknogöçmeni o teknoloji ile asla teknoyerlisi gibi ilişki kuramaz. Bu tanımları biraz daha genişleterek kültüryerli / kültürgöçmen haline getirelim. Yukarıdaki örnekte Adorno’nun bir caz ve sinema kültürgöçmeni olduğunu söyleyebiliriz. Elimizde bu çıkarımla ilgili empirik bir veri olmasa da bir teknogöçmenin bahsi geçen teknolojiye direnç göstereceği, bir teknoyerli gibi anlayıp hayatının içine alamayacağı öngörülebilir. Bu bağlamda yine ilk verdiğimiz örneklerden birine dönelim; acaba profesyonel oyuncular (hardcore) için, amatör oyunlar (casual) konusunda teknogöçmendirler diyebilir miyiz? Çünkü profesyonel oyuncular çocukluklarında oyunların gelişme süreci ile büyüdüler, ancak amatör oyunlar onların hayatına sonradan giren bir kategoriydi. Bu bir düşünme egzersizi olsa da doğru bir cevabı olup olmadığını şimdilik söylemek zordur.

Bu kısa yazının amacı yeni teknoloji / kültür kavramlarına olan farkına varmadığımız önyargılarımız ve dirençlerimiz üzerine az da olsa düşünmek ve bunları değerlendirmeye çalışmaktı.

* Teknogöçmen kavramı ayrıca Sosyal Bilimler alanında, teknoloji konusundaki yetenekleri ile bir başka ülkeye göç etmiş kişiler için de zaman zaman kullanılan bir terimdir. Bu iki kullanım birbirinden ayrılarak ele alınmalıdır.

REFERANSLAR

[1] Johnson, S.: Everything Bad is Good for You: How Today’s Popular Culture is Actually Making Us Smarter, Riverhead Trade, New York (2006)

[2] Rome 2 – A casualty of the casual?

[3] Im sick of gaming pushed more towards the casual player

[4] Has Casual Gaming Killed The Mmo Genre (including WOW)?

[5] Bolter, J.D. ve Grusin R.: Remediation: Understanding New Media, The MIT Press, Cambridge (2000)

[6] Horkheimer, M. ve Adorno T.W.: Aydınlanmanın Diyalektiği, Kabalcı, İstanbul (2010)

[7] Benjamin, W.: The Work of Art in the Age of Mechanical Reproduction, CreateSpace IPP (2010)

[8] Lukács, G.: The Theory of the Novel. The MIT Press, Cambridge (1971)

[9] Popper, K.R.: Addendum 1974: The Frankfurt School. in: The Myth of the Framework., New York (1994)

Teknoyerli / Teknogöçmen

Teknoyerli / Teknogöçmen



Leave a Reply