Mit ve Modernite

8th December 2013

“MİT” DOĞAMIZIN BİR PARÇASI MI, “MİT”TEN VAZGEÇEBİLECEĞİMİZ BİR GÜN GELEBİLİR Mİ?

Günümüzde çevremizi dinleyen ve izleyen biri, insanlığın modernite ile bir aşk ve nefret ilişkisi içinde olduğunu rahatlıkla söylebilir. Yaşadığımız önceki çağlardan daha medeni ve adil olan, mutlu ve övgü dolu bir hayatın vââdi, uyanmadan hemen önce görülen ve geçen her dakikada biraz daha unutulan bir rüyayı andırıyor. Alain Touraine [1] ve Anthony Giddens [2] gibi düşünürlerin çalışmalarını okuyarak, moderniteyi parçalarına ayırmak ve didiklemek mümkün, ancak gerçek şu ki, sorun asla modernite olmadı. Ne de olsa, onu da biz insanlar uydurduk – öyleyse hatalı olan da bizler olmalıyız.

Peki nasıl oldu da modernite bozuldu, kirlendi, çarpıtıldı, ve korkulan, köşe bucak kaçılan postmoderniteye dönüştü? Ya da belki gerçek soru şu, ilk baştan itibaren modernite diye bir şey hiç olmuş muydu?

Giddens için postmodernitenin kendisi de bir aldatmacadır, konuştuğumuz kavram gerçekte modernitenin bir devamıdır, insanlığın 19uncu ve 20inci yüzyılda yaşadığı değişimlerin kaçınılmaz bir sonucudur. Giddens’ın iddiasına göre insanlığın bu zaman periyodunda yaşadığı – hem dış hem de iç – dönüşümler daha önce insanlık tarihinde hiç karşılığı olmayan değişimlerdi. Önceki çağlardan yanımızda getirdiğimiz tüm bilgi birikimimize rağmen bile, bu dramatik ve derin değişimleri anlayamadık, ve hatta bugün bile kaybolmuşluğumuz devam etmektedir. Giddens için postmodernite bu kaybolmuşluk duygusuna karşılık düşen bir ilüzyondur. Ne zaman ki modernite bize kendisini anlamamız için gerekli araçları sağladı, o zaman onun gerçekte ne olduğunu anlayabildik – modernitenin gerçekte ne olduğunu ya da insanlığın gerçekte kim olduğunu.

Giddens postmodernite kavramını inşa ettiği için Lyotard’a [3] ne kadar hayal kırıklığı içinde bakıyorsa, Touraine de bir o kadar minnettar gibi durur. Giddens moderniteye asla inanmamış bir düşünür görüntüsü verir. Diğer yandan Touraine bu konsept ile bir yakınlık kurmuştur, moderniteden büyük beklentileri vardır ve sonuçta başarısız olanın modernite olmamasından dolayı memnundur – çünkü aslında postmodernitenin yükselişi modernitenin düşüşüne sebep vermiştir. Moderniteyi eleştirirken bile eleştirisini Rousseau’nun [4] [5] modernist yaklaşımları üzerine kurar. Her iki halde de ortada görünür olan tek bir şey var; modernite bizi hayal kırıklığına uğrattı – ya da daha doğrusu, biz moderniteyi hayal kırıklığına uğrattık.

Peki neden modernitenin düşüşünün suçunu biz üstlenmeliyiz, aydınlanma çağının yozlaşması sürecinden öğrenilecek bir ders var mıdır, yoksa artık geriye dönmek için çok mu geç? Olası bir yanıt hiç de beklenmedik (belki de tam beklenilmesi gereken) bir yerden geliyor; Slovaj Žižek’in İnanç Hakkında (On Belief) kitabından [6];

“[…] postmodernizm Aydınlanmanın tam da en büyük zaferi anında bozguna uğraması değilse nedir: aydınlanma diyalektiği doruğa ulaştığında, dinamik, köksüz postendüstriyel bir toplum hemen kendi mitini yarattı.” (p.11)

Žižek’in bahsettiği bu mit neydi, ve nasıl oldu da aydınlanmanın çöküşüne neden oldu? Žižek’in anlatımından yola çıkarak mite pek çok tanım yapabiliriz; tarih öncesi anlatı, bilinmeyen, korkulan, ilahi, ruhsal, irasyonel olan, davetsiz ve gaddar hayalgücünün ürünü, Doğu, ne kadar unutmaya çalışırsak çalışalım unutamadığımız ilkel ilah, kurtulmamızın imkansız olduğu ama birlikte modernite içinde de yaşayamadığımız, bir türlü ayrılamadığımız, beraberimizde modernitenin içine getirdiğimiz, onu kirleten ve ‘post’ haline çeviren şey. Žižek, Heidegger’den [7] alıntı yapar ve Heidegger’e bu mücâdeleyi tanımlatır – bu Batı ile Doğu arasında bir çekişmedir, batının antik Yunan çıkışı ile doğunun (Asya) felsefe-öncesi mitsel evreni arasındadır. Düşman (yani aklın / aydınlanmanın / modernitenin, onu enfekte ederek sonunda çöküşüne yol açacak olan) “genelde mitsel (mistik) ve özelde Asyalıdır” (s.146).

Ancak tam da bu anda, bu ikilemi anlamak için Lyotard’a dönmeliyiz. Doğu ve Batı, mit ve akıl, modernite ve postmodernite arasındaki bu esas problem epistemolojinin temelinde yatmaktadır. Bu, insan tarafından mühendisliği yapılan (yaratılan) bir süreç olarak bilgi ile ilahi, mistik ve mitsel bir kavram olarak bilgi arasındaki çekişmedir. Sorun mistik ve mitsellikte yatan bir bilgi, gittikçe uzaklaştığımız bir antik bilgelik, antik metinlerde ve kişilerde henüz keşfedemediğimiz anlamlar olduğuna ve modernite ile bunları gittikçe kaybettiğimize dair olan duygudur. Tüm bu kanıların üzeri bir türlü örtülememiş, ve görünüşe göre insanlığı rasyonelden, insanın kendi doğasından ve mit ile kirlenmemiş bir epistemolojiden uzak tutmuştur. Şimdi Žižek’e geri dönelim ve kolonizasyon tanımının bu hükme nasıl uyduğuna bakalım;

“Kolonizasyon asla basitçe Batı değerlerinin empoze edilmesi, Doğuya özgü (oryantal) olanın ve diğer Diğerlerin Avrupalı Aynılığına asimilasyonu değildi; bunun yanında KENDİ medeniyetimizin kaybettiği bir ruhsal saflığı da arama şekliydi. Bu hikaye Batı medeniyetinin başladığı noktaya, Antik Yunan’a kadar gider: çünkü Yunanlılar için de Mısır kayıp ve antik bir bilgeliğin mistik mekanıydı.” (s.68)

Filozofi / aydınlanma / saf akıl doğduğu anda bile, mistiğin arayışı bitemedi. İnsanın ve aklın zafer kazandığı her anda, mit bir şekilde içeri sızma yolunu buldu. Belki bu satırlar bile aslında yitirilmiş bir akıl çağının mitsel bir anlatısıdır, ve ben, yazar olarak, mit ile yaşadığım kendi simbiyotik ilişkimden bile bihaberimdir. Žižek işte tam da bu anı tarif eder;

“Postmodernitenin en büyük ironisi Avrupa ve Asya arasındaki bu garip alışveriştir: tam da ‘ekonomik altyapı’ seviyesinde ‘Avrupa’ teknolojisi ve kapitalizmi dünya çapında zafer yaşarken, ‘ideolojik altyapı’ seviyesinde Judeo-Hristiyan mirası Avrupa mekânının tam da göbeğinde New Age ‘Asyalı’ düşünce ile tehdit altına girdi, ki bu düşünce farklı kılıklar ile […] kendini küresel kapitalizmin hegemonik ideolojisi olarak belirledi.” (s.12)

Tabii ki bu satırlarda fazlası ile alay ve ironi var. Žižek’in küresel kapitalizm ya da herhangi bir ideolojik hegemoninin savunucusu olabileceğini düşünmek yanıltıcı olur, ancak yine de kinaye geçerlidir. Žižek’in Batı Budizmi tanımı tam bir deha ürünüdür. Bu tanım modern bireyi anlatır; kapitalizme tiksinti ile bakan ama yine de kendini onun bir parçası olmaktan alıkoyamayan, modern olmak isteyen ama kendini içinde olduğu mitten (mistisizmden) kurtaramayan. O mite battığı için modernite başarısız oldu – modernite başarısız olduğu için o daha fazla mite battı. Böylece o (insan) aydınlanma ve modenitenin kendisini de bir mit haline getirdi, büyük bir anlatı ile eşleştirdi ve kaçınılmaz olarak moderniteyi ‘post’ statüsüne itti.

Žižek için çöküşün esas suçlusu bu post statüsüdür; ihtiyacı oluşturan ama asla tatmin etmeyen “kapitalist tüketimin libidal ekonomisi” (s.21), zevk yerine geçen “yoksunluk ve taşkınlık arasındaki asimetrik ilişki” (p.21) (gerçekte Žižek bu tanımını Miller’ın Lacan yorumu [8] üzerine kurar) ve bireyi izole eden “insanın Kendini herhangi bir elle tutulur bağlamdan mahrum etmesidir”. (p.26)

Bu bizi bu kısa yazının orijinal sorusuna geri getiriyor; mit doğamızın vazgeçilmez bir parçası mı, mite sırtımızı dönebileceğimiz bir gün gelebilir mi? Hatta işte bir soru daha; aydınlanma, modernite ve aklın kendileri de önceki çağların büyük anlatıları çöktüğünde onların yerini almaya çalışan başka mitler midir? Bu kısa doksografinin sunduğu cevap pesimist ve depresif bir cevaptır. Ancak umudum burada sağlanan modernite / aydınlanma / akıl değerlendirmesinin (ki bu değerlendirme ilk andan itibaren bu kavramlara değil de kendimize yönelik değil idi ise) kavramların itirazına yönelik olmaktansa bizi neden hayal kırıklığına uğrattıkları / bizim onları neden hayal kırılığına uğrattığımız hakkında olmasıdır. Böylece düşüşümüzden öğrenip tekrardan ayağa kalkıp yürüme gücünü kendimizde bulabiliriz.

REFERANSLAR

[1] Touraine, Alain (1995). Critique of Modernity, trans. D. Macey. Blackwell, Oxford.
[2] Giddens, Anthony (1990). The Consequences of Modernity. Polity, Cambridge.
[3] Lyotard, Jean-François (1984). Post-modern Condition: A Report on Knowledge. University of Minnesota Press, Minnesota.
[4] Rousseau, Jean-Jacques (1994), Discourse on the Origins of Inequality. Oxford University Press, Oxford.
[5] Rousseau, Jean-Jacques (2002), The Social Contract: And, The First and Second Discourses. Yale University Press, New Haven.
[6] Žižek, Slovaj (2001). On Belief. Psychology Press, Oxford.
[7] Heidegger, Martin (1985). Schelling’s Treatise on Human Freedom. Ohio University Press, Athens.
[8] Miller, Jacques-Alain (2000). Paradigms of Jouissance in Lacanian Ink 17. Wooster Press, New York.

Mit ve Modernite

Mit ve Modernite



Leave a Reply